ŞAİR İSTANBULUM ( 09.05.2012):
Kimine yalnızlığı, kimine aşırı kalabalığı, kimine bin bir gece masallarını anlatan bir dünya kenti olmanın çok ötelerine ulaşmış, rüya kenti olarak bir dünya insanı gönlüne taşımış İstanbul’u bir Şair İstanbul’un gözünden, gönlünden anlatmaya çalışacağım. Hemen her gün “Trafik İstanbul” ile “Çilekeş İstanbul” a da dönüşüveren bu kenti, bir bahar serinliğinde emek karışan o terli akşamlarından da yazacağım.
O İstanbul ki, panoraması esindir de, ilham karışmıştır şairlerine, yürek karışmış, gelir oturuvermiştir buğulu bakışlarına…
Böylesi bir güzele bakan akıllar karışmıştır ve masallarsa şaşırmış… Gerideyse altın taş topraktan ne kalmıştır bu bakışta? Masmavi bir beşiktir Marmara artık yer yer griye çalan ve en gelişmiş sanayi şehri olmanın gururu ile bu bedeli ödemenin verdiği hüzün ile salınan. Milyonların geçim kapısı, dışarıdan bir peri masalı görünümüyle madalyonun öbür yüzü hızla göç alan, onca ana ulaşım güzergâhı açılırken, her boşluğu su taşkını misali dolduruşu ile “Stres İstanbul” , “Sorun İstanbul’a dönüşümün hazin simasıdır bazen İstanbul.
Yeterince sahip çıkılamayan zengin tarihi doku, sosyal çözülme, kuralsız yaşam biçimi, çarpık yapılaşma, standardizasyon eksikliği ve deprem tehdidi karışmış ve akılları da karıştırmıştır. Kayboluştur kimi kez karışıklık onca yol arasında. Barış içinde yaşamak daha az enerji gerektirse de, boşa harcanan zamanlar gibi, tasarruf edilemeyen enerji gibi, boşa yanan ampul gibi kaos caziptir her nedense… Yeterlidir aslında İstanbul her şeye, yetersiz olansa tüketendir çılgınca ve yetinmeyip sahip olduğuyla.
…… Sorun İstanbul!!! Oysa Anadolu’nun en nadide mimarisinin Boğaziçi ile buluşmasıdır o. Nakış nakış yalıların, Marmara’da gökkuşağının, boğazda yenen balık ekmeklerin, Emirgan’da erguvanların, en içli musikilerin buluşmasıdır o. Gökyüzünün en mavisi, denizin en coşkulu ahengi, kısacası uygarlıkların en asil, en özgün buluşma noktası, bu sentezi ile rengârenk ;Dalga dalga yayılmışken gönüllere, bir parçalanmışlığın hüznü ile yol almakta, artık geçmişine duyulan bir özlemin yankıları karışmaktadır geleceğine. Gelecekse bizimdir gerçekte, dün geride kalmışken. “Nereden başlayalım?” şaşkınlığı ile değil, “bir yerden başlamalı” diyen zihniyetle gelecek bizim ellerimizdedir.
Deprem tehdidine maruz olan bölge, aslında coğrafyasının güzelliğini borçlu olduğu bu doğa olayı ile iç içe yaşayıp, onunla barışık uygulamalara açtır. Deprem için alınacak tedbirler, yapılması elzem uygulamalar oldukça yüksek bir maliyetler gerektirse de olası bir deprem sonrası ortaya çıkabilecek tablonun maliyeti ile kıyaslanamayacaktır bile, klasik deprem izolasyon malzemelerinin tükenmesini bekleme lüksümüz kalmamışken…
Güzelliklerin buluşma noktası, benzersiz ahengi ile uzanıvermektedir “dünya atalarımızdan miras kalmadı, onu çocuklarımızdan ödünç aldık” diye düşünebilenlerin yüreklerinde. Ödünç alınansa layığı ile teslim edilmeli ise, emanete hıyanet etmek namussuzluk ise, doğa ile barışık yemyeşil yankısında, deniz kokan, tarih kokan bir şehir olmalıdır taşınması gereken gelecek nesillere.
Topkapı surları el ele Yedikule ile bütün görkemi ile selamlayabilmelidir yanı başındaki uygar dünyayı barış içinde; buram buram Anadolu kokusunu, kucak kucak sevgi mesajları ile sunabilmelidir tarihinden gelen hoşgörüsü, bilgeliği, sevecenliği ile. Bir tutam Anadolu, bir tutam Boğaziçi, bir tutam insan ve bir tutam hasret karışmıştır damaklarda benzersiz ve tatlı biraz da baharatlı tatlarını bırakmışken…
Issız kalabalıkları türeten büyük metropol yaşam tarzı, insanın kendisine yabancılaşmasını da beraberinde taşıyıp getirmiştir. O güzelim tarihi dokusu ile barışık, yeşil alanların göz alabildiğine uzandığı yaşam alanları cıvıl cıvıl esmelidir her mahallede, her semtte, hatta her evin yanı başında. Şehre neşesini katabilmelidir Park ormanlar kalabalıkları yalnızlıklarda değil, sımsıcak atmosferi ile sarabilen komşuluklarla buluşturabilmelidir. Her köşesinde sanatıyla, her adımda tarihiyle en önde yürüyebilmelidir
……Çözüm İstanbul!!! “Gök kubbe altında karmaşa varsa, küçük sorunlar büyüyecek, küçük sorunlara büyük sorun muamelesi yapılacaktır”. Bir tutam gayret, bir tutam sevgi, bir tutam hoşgörü karmaşayı silecek, büyük sorunlar, küçülecek, çözülecektir. Planlar, dönüşüm projeleri tek başına taşıyamaz bu şehri içinde sevgi olmadıkça… Bu gök kubbe “Barış İstanbul’a” ve dokusunda, özünde olduğu gibi “Aşk İstanbul’ a”dönüşebilecektir yankısı yüzyıllar sonrasına bile kalan. Yüzyıllar öncesinden yüzyıllar sonrasına kalan, musiki tadında ve seyrine doyum olmayan bir açıdır İstanbul, her açıdan dolu dolu … Çünkü yalnız söylediklerinde değil, anlatamadıklarındadır.
İstanbul daha çok. Kimi Pierre Loti Tepesinden seyreder onu, kimi Kızkulesi’nden, kimi Çamlıca’dan, kimi Galata Kulesinden (b)akar “aziz İstanbul” a. Bağdat Caddesi’nde turlar kimi, kimi İstiklal’de… Yalılarından uzanır bakışlar hayat bulurken Boğaziçi’nde. Herkesin vardır bir İstanbul’u bu simayı kendine tanıdık kılan, Haliç’ten, Süleymaniye’den, Aksaray’dan, İstinye’den, Kadıköy’den ve Adalar’dan karışır bu rengârenk cümbüşe. Emekçi işten eve, evden işe… Gezgin Sultanahmet’ten Laleli’ye… Doğanın bir parçası olduğunun, doğadan uzaklaşmanın kendisinden uzaklaşma olmanın farkına varıp, “çirkin ile bal yenmez, güzel ile taş taşı” diyenindir İstanbul. Sevgisini, emeğini, yüreğini ortaya koyup paylaşmanın gerçek mutluluk olduğunu anlayabilenindir o. Bireyin mutluluğunun bütünün mutluğuna yapılacak katkı ile olabileceğinin farkında olanındır o. Kalabalıklarda yalnızlığını çoğaltanın, kural tanımayıp, insan olduğunu unutanın, sahiplenmeyi ıssızlaştırmak ile karıştıranın İstanbul’u yoktur ki zaten.
Yüreğiyle sevebilenindir gerçekte İstanbul, ona yüreğinden bakabilenin. Bilgisi ile dokuyup, gönlü ile dokunabilenin, aşkı ile görebilenindir gerçekte. İşte benim İstanbul’um, Şair İstanbul ‘um, İstanbuluşum…
Özer KOÇ
EZGİSİNDE GÜNEŞİN
Ezgisinde yoğrulurken güneşin,
Esintisinde savrulduğum rüzgarlar kadarsın.
Ateş gibi saklanıp içimde,
Kanayan buz kadarsın.
Göremeyip yakınımda duranı
Çok uzaklarda aradığım kadarsın.
Düşünürken suskun bulutlarla
Erişip uzanabildiğim,
Çözemediğim uzaklardaysa
Hiç bilmediklerim kadarsın.
Apayrı yolların eşiğinde
Ellerin dilindeki yanlışım
Aydınlanabildiğim dostlarım kadarsın.
Göremeyip yakınımda duranı,
Çok ötelerde aradığım,
Yaptığım yanlışlar
Eğriliğinde bulduğum doğrular kadarsın.
Kök salıp uzak geçmişlere,
Geleceğe uzanıp yapraklarıyla
Yarınları soluyabildiğim kadarsın.
Sevdiğim, paylaştığım, özlediğim
Bir bulup, bir yitirdiğim
Bilmeden değerini hoyratça harcadığım kadarsın.
Önümde yükselen duvarlar,
Ardında tükenmeyen umutlarım kadarsın.
Yürürken bir yolda ardına bakmadan dimdik,
Mertçe inanabildiğim gönül verdiğim kadarsın.
Aslında sevgili yaşamım
Anlamak isteyip seni, anlatamadığım kadarsın.
Özer KOÇ / 1993/ Adana
Büyük Aşk
Bütün yarınlarım sana çıkıyor…
Her yanımda gün rengi bir uğultu…
Kıpır kıpır, cıvıl cıvıl…
Bir uçtan bir uca sevda yeşili bir raks belki de…
Umudumda, neşemde ve gökyüzünde ne varsa!
Çığlık çığlık martılardan yana…
Bütün rüzgârlar masmavi şimdi…
Özlemek için çok erken!
Gitmek içinse çok geç!
Söylemek için ne kadar da zor!
Bırakmak için öylesine anlamsız ki…
Beklemek gerek umarsızca, biliyorum.
Zamansız gidişimde yarınlara,
mekânsız bütün umutlarım sana çoğalıyor!
Gökyüzü hiç bu kadar benim olmamıştı…
Taaa dibine kadar bir vaktin ve öylesine bir suskunluğun…
Şimdi bütün özlemlerim sende düğümleniyor.
Biraz daha ben olabilsem
ve biraz daha karışabilsem sana…
Bilsen! Bütün güneşlerim sana doğuyor.
Sevdaların bir bedeli varmış;
gecelerim seninle aydınlanıyor…
Gözyaşlarım sana karışıyor…
Karmakarışık şimdi duruşum.
Durmakla gitmek,
tükenmekle birikmek arası bir yerlerdeyim…
Dağılmakla bütünleşmek,
bilmekle hüzün arası bir derinlikteyim…
Bütün dileklerim, dualarım sana yöneliyor.
Tepeden tırnağa arınıyorum…
Yalnız bir dize taşırken beni nefesine
Yüreğim bir tek seninle atıyor…
İçime bir gölge düşüyor.
Güneş değiyor bir taraftan umutlarıma…
Bütün denizlerim sana açılıyor.
İlkbaharım, yazım…
Kışım ve sonbaharım…
Dört mevsim birikiyorum bu nehirde.
Erguvandan gümüşe dönerken,
büklüm büklüm akıyorum sürüklendiğim denizlerde
Susmak bu kadar ağır mı?
Dinlemek bu kadar güzelken…
Biliyor musun?
Mevsim gülkurusu şimdi…
Biraz soluk mercan…
Biraz yanık turuncu…
Çünkü şimdi renklerden sonbahar!
Hiç duymadığım şarkılar dinliyorum.
Bir yakut kırmızısı selamlıyor güvercin grisini…
Kiremit rengi rüzgârlar karışıyor
koyu yeşil endamına Azmak nehrinin…
Ay ışığı birikseydi eğer Ege’nin kucağında…
Böylesi bir türkü söylerdi ancak,
akşamüstleri batmadan
ömrüme yağan o yağmurlarda
Elmas Özer KOÇ/ 2020/ Muğla
RENKLER VE MASUMİYET (19.06.2013) :
Zamansız bir ışıktık
Görünmek için kendimize
Geçtik bir camdan kırıldık
Kimimiz mavi olduk gökyüzünün yelkenlerinde
Salkım salkım kırmızıydık tutkusunda ve capcanlı
Sarıydık neşesinde hayatın
Ve yemyeşildik huzurunda doğanın…
Görünen ışığın 380 ile 780 nanometre dalga boyları aralığında olduğu ve bu dalga boyu aralıklarında çeşitli boylarda ortaya çıkması ile renk algısı uyandıran ışık hayata açılan kapılardan biridir de aynı zamanda. Görünürlüğünün yanı sıra, çeşitli dalga boyları ile anlamlarını, coşkusunu, dinamizmini taşır algılarımıza. Aslında aynı muhteşemliğin farklı şekillerde yansıması ile dolar gönüllere. Yazdığımız en güzel şiir ise yaşamak ve yaptığımız en güzel resimdir gene yaşamlarımız. Bir teki bile olmasa yaşam çizemez en güzel resmini, çaresizce arar tonlarını, eksik kalır tabloda bir şeyler, ifadesiz, manasız bir şeyler sırıtır.
Masmavi gök kubbe altında, rengârenk ahenkler yaşamın raksıdır akıp giden zaman içinde. Balkonlarımızı süsleyemez saksılar bir eksik ise rengin sevemez âşıklar kan kırmızı değil ise yüreğin Balıkçılar çıkamaz seherinde sabahın Yelkenleri dolduramaz rüzgar mavi değil ise düşlerin Saçlarını tarayamaz ormanların, yok ise zümrüt bakışların Emekçi işe gidemez, toplum üretemez, bilim adamı düşünemez aydınlık değil ise yarınların… Bir de ışığı emen ve aslında renk sayılmayan bir kavram daha vardır ki, karanlığın tanımında adına siyah denen. “Renksizlik” ya da “kara” diğer tanımı ile…
Yani hüznü, yalnızlığı, ölümü çağrıştıran karanlıklar temsilcisi kapkara. Kimi zaman kara bulutlar gibi çöküveren üstümüze ve ışığımızı kıskanırcasına bizden sakınan kara bulutlar… Sahip olduğun renk zenginliğini bil sevgili ülkem, her rengin bir başka güzel… Gökkuşağı güzelliğinde kal hep. Renklerini yutmak isteyen karanlığa mahkûm etme kendini!
Özer KOÇ
TEK MEVSİM KÖMÜR
Tertemiz elleriyle evlerine götürecekleri o helal lokmanın mutluluğu ile naif bir güne uyanırlardı hep, o saygılı bakışlarıyla…
Önce gönülleriyle, sonra da o ak pak ellerinden yeryüzüyle buluşturdukları kömürleriyle ısıttıkları dünyaları vardı, sabahın koynunda girdikleri karanlıklarda… Dünyaları, helal lokmalarıyla taçlandırdıkları sevdiklerinden bir parçaydı, karanlıkların içinden onlara aydınlık olabilmek umuduyla… Gözlerindeki ışıltı sofralarındaki bir kap yemeğin şükründen ve canlarından daha çok sevdikleri ailelerine günün birinde bir gelecek sunabilmenin çabasındandı.
Dünyaları yaşamın onurunu en samimi hali ile sessizce ve derin bir saygıyla haykıran bin bir dramın telaşesi idi. Masmavi bir dünyanın gök kubbesi altında kömür karasındandı, kimi çatısız, çileyle serpiştirilmiş evleri. Cefaydı hayatın dağıttığı iş tanımı onlara, şükürlerinden, dost yüzlerinden, vefalarından hiçbir şey eksilmeden kabul ettikleri… Isıtamadı bir gün o kömür o sıcacık yürekleriyle harmanladıkları…
Buluşamadı yeryüzüyle ne o gülen, şükreden yüzleri… Ne de o öpülesi elleriyle çıkardıkları kömürleri…”Babam gibi kokuyor anne” dedikleri o pırlanta yürekli evlatlarının özledikleri o koku da, o kömür de ulaşamadı işte günün birinde yeryüzüne. Isıtmadı. Yaktı, kavurdu sadece. Yürekleri dağladı. O pırıl pırıl dünyaları, dünyayı ağlattı.
Anladı ki dünya, kömür için çalışan bu insanların, hayatın o ağır yükü altında elmasa dönüşüvermişti yürekleri. Paramparça öyküler bırakırken geride tek sessizlikti çaresizlikleri ve tek sesti yakarışları. İşte bu yüzden kayıp giderken bu iyi-kötü sahnesinin perdesinden, tek yürek oldu aldıkları duaları.
Bilemezlerdir elbet, tek mevsimdi kömür onlar için… Çelişkilerin aritmetiğinde ve dar açının geometrisindeki küçük çaplı elemanlarsa hazırdılar gene her zamanki gibi ne onlara ne de bir başkasına hiçbir zaman faydası olmayacak yakıp yıkma haklarını(!) kullanmak için…
Özer KOÇ
MUCİZEYE TANIKLIK ETMEK (10.12.2012) :
( 01.12.2012 tarihinde dünyaya gözlerini açan sevgili oğullarım Alphan ve Batuhan’a atfediyorum bu yazımı)Hemen yanı başınızda durur aslında yaşam mucizesi; yeni hayatlar, yeni duruşları ile sergiler renklerini, görmesini bilene…Bu duruşun olağanüstü devinimleri vardır aslında kendi içinde kıvrılıp, zamanla yoğrulan, salınımlarını benzersiz tutkular ile ortaya koyan…
Ya gözler açıktır sonuna kadar, en ince ayrıntıyı hayretle, büyük bir merakla izleyen ve sonrasında bu tutkunun aşka dönüşen yakın takipçisidir, bir son değil sonsuzluk abidesinde zerrenin nefesidir; ya da gözler başka yöne bakar yanı başından akıp giden olağanüstü güzellikteki nehrin olağanüstü güzellikte çağlayan senfonisini duyamadan dışında kalıverir raslantısallık diye adını verdiği girdapların tuzağına yakalanarak.
Bu tam anlamıyla bir seçimdir aslında; ya aitsindir aslında koskocaman bir bütüne iç içe kıvrılmış, henüz keşfedilmemiş tadına doyumsuz bir öyküye, ya da dışında kalıp izlerken sırtını döner de ve hemen akabinde çekilip bir karadelik girdabına sonunda bir son olduğunu ummadan, sona inanmayı red ederken, sonlu olmayı kabul etmenin çelişkisinde çırpınıp durur.
Bu çalkantı içinde açıklama kolay ama çözümsüzdür aslında : Rastlantı ???!!!…
Koskoca bir rastlantı yani mucizenin tanıklığına gözlerini kapamak seçiminin öbür adı, kolay kısa bir tanım. Rastlantısallık o kadar çok sorunun yanıtıdır ki en büyük soruları yanıtsız bırakmıştır da onca renk cümbüşü içinde siyah-beyazdır o açıdan görünen dünya. Ezoterik bir yapı dümdüz hayır belki de şekilsiz, belki de koskoca bir hiçliktir o açıdan bakıldığında. Anlamların eninde sonunda kovulduğu, bu çıkmazın sonuna varabilen için ise kendi kendisinin varlığını inkâr ettirebilecek dozda damarlarına gene kendisi tarafından zerk edilen bir yanılgıdır bu seçim. Yolda oyalanmak bir şeylerle, takılıp kalmak birkaç yere, çıkmazın sonuna gelenden belki de daha vahimdir.
Zira çıkmazın sonu gelinen noktayı sorgulamak için bir fırsat olsa da o fırsatı yakalamaktan aciz kalır yolda takılıp kalan bir şeylere. Çıkmaz yolun sonuna gelmek gene bir seçimdir; ya geri döner yollarda oyalanır zaman geçip gider, ya çıkmazın sonunda yitip gider, ya da yanı başımızda olan mucizenin farkındalığında olabilme seçimini yapar şairin dediği gibi bu “her an kurulup dağılan bu evrende”. Mucizenin tanıklığı yaşamdır en sade ifade ile.
Yaşam ve sevgiyle çoğalan yaşamlardır bu mucize; açıklanabilen, henüz açıklanamayan olağanüstü zenginliği ile serilip giderken önümüzde kendi kendini özlemesidir hayatın çoğalıp gitmesidir içinde. Bu çoğalma bir zenginliktir eğer mucizenin tanıklığında ise…Sırtını dönen için renklerin senfonisine bu çoğalma, acizliğe eklenen halkalardır.
Sevinci ile, hüznü ile her rengin coşkusu ile mucizenin tanıklığı yanık bir türkü gibi eşlik etmektedir oysa bu yolculukta. Sırtını dönenene bu tanıklığa, sırtını dönmüştür hayat, çağlayanların sesi duyulmaz ne kadar yakın da olsa. Özlemler yarım kalmıştır, yollar daralmış, tatlısı ile acısıyla bile anlamsızlaşmıştır çizgiler karmakarışık bir düğüm olurcasına.Tanıklık açar yolları, eriyip gider engeller, kısırlaşan düşünceler, bereketlenir.
Mucizenin tanıklığında üretken bir yaşam dileğiyle
Sevgiyle
Özer KOÇ